Soygun filmi nedir ne değildir, nasıl yollardan geçmiştir, aşağı yukarı hepimiz biliriz. Renkli dönemde 60'ların sonunda "The Thomas Crown Affair" (1968) ve "İtalyan İşi" ("The Italian Job", 1969) ile çıkışa geçmiş ve zaman zaman son derece başarılı örneklerle karşımıza çıkmıştır. Esas kaynağını ise John Huston'ın "Elmas Hırsızları"ndan ("The Asphalt Jungle", 1950) alır. Türün özünde neler yattığını, bu filmleri inceleyerek analiz edebiliriz. Peki "Ca$h", tür ile ilgili neler yapıyor? Aslında hiçbir şey yapmıyor. Sadece son yıllarda soygun filmlerindeki ilgi çeken klişeleri alıp fransızca dublajla çok akıllıymış gibi yeniden sunuyor.
"Ocean's Eleven", getirdiği yeniliklerle böyle filmlere mi sebep olacaktı (!)
"Ca$h", Amerikan formüllerini taklit eden o bildiğimiz popüler Fransız filmlerinden biri. Yani Luc Besson'un yapımcılığında kara film, aksiyon, dövüş gibi türlerle ülkede çıkışa geçen ana akım sinemanın tipik bir örneği. "Ca$h", bu eğilimin 'soygun filmi' kolunu temsil ediyor. Yani Türkiye için "Maskeli Beşler: Kıbrıs" (2008) ne ise, Fransa için de bu film o anlama geliyor. Aralarında sinemasal olarak herhangi bir fark olduğunu ise söyleyemeyeceğiz. Zira ikisi de klasik Amerikan sinemasının film gramerini uygulayarak kendi ülkelerinde 'bir popüler sinema kulvarı' açmak isteyen eserler. Bu doğrultuda da sayısız izleyici toplayabiliyorlar.
Ancak, burada önce bir durup düşünmek lazım. Zira "Ocean's Eleven" (2001), soygun filmine renk dokusu ve filtre açısından belli bir yenilik getirdi. Soderbergh'in başlattığı serinin filmleri, klasik film gramerini uygulayarak rahat izlenen yapıtlar olmalarının yanında, stüdyoların fazla alışık olmadığı görüntü çalışmalarıyla öncülük yapmayı da ihmal etmiyordu. Öyle ki yapıtlar, auteur yönetmenlerin stilize işlerini andırıyordu. Bu sebeple de alt tür için bir çığır açtığını kabul etmeliyiz. Bu yeni görsel doku takipçilerini yaratmasa da, stüdyolar tarafından iyi bir hasılat getirdiği için önemsendi.
2000'li yıllardaki soygun filmleri ise "İçerideki Adam" ("Inside Man", 2006) gibi sürpriz son geleneğinden beslenen ve genelde "Ocean's Eleven" serisi gibi cool takılan filmler oldular. "Ca$h", bunlardan çok "The Thomas Crown Affair"in ekran bölme tekniğiyle soygun kısmını toparlayan kurgu anlayışına başvurmasıyla dikkat çekiyor. Karakter olarak ise Cash'in üzerine gidip onu 'Ocean' yapmaya çalışıyor. Yani tipik bir alt tür klişesi: zeki, umursamaz, seksi ve düzenbaz soygun karakteri kimliği. Bu, fazlasıyla yapıştırma durunca da filmin inandırıcılığı bir anda kayboluyor. Zira karakterin ABD'li olduğu her halinden anlaşılıyor. Bu noktadan sonra ne akıllı numaralar ne de sürpriz son bir işe yarıyor. Sadece hızlı bir kurgu ve kolay izlenen bir film kalıyor elimize.
Esas sorun senaryoda...
Onlar da işin doğrusunu söylemek gerekirse filmin yapay ve tek boyutlu karakterlerinin arasında kaybolup gidiyor. Bunlara Valeria Golino'nun seksiliğinin iyi kullanılamaması ve soygun sahnesinin zekice kurgulanamaması da eklenince, filmin affedilmeyecek defoları öne çıkmış oluyor. Yani görsel olarak iyi gözüküp prim yapmayan çalışırken bir dokunuşta yerle bir olabilen bir eser bu. Eric Besnard'ın ilk filmini 1999'de çektikten sonra 9 sene bu işten uzak durması da boşuna değil. Bir başka şaşırtıcı olmayan noktaysa Jean Reno'nun 'ille de oynasın' zorlamasını hissettiren o karton karakteri... Yani filmin esas kaybı senaryodan kaynaklanıyor. Zira 'iyi soygun filmleri' zeki kalemler sayesinde zekâ dolu hale gelip insanları şaşırtırlar ve çarpıcı sonlarıyla dikkat çekerler.
Gönderen
Yigit Aksu
zaman:
17:36
Aslında bu, önceden planlanmış bir yolculuk değil.Çünkü Joe’nun kızı Francine’in (Christine Baranski), babasının küllerini gömmek istemesi üzerine, Arvilla’ya baskı yapıyor ve hatta oturduğu evi almakla tehdit ediyor. Joe’nun gömülmek istemediğini söyleyen ve bunu kendisinin de istemediğini belirten Arvilla, her nasılsa bir anda mutluluktan uçar vaziyette sahil planları yapar görünüyor.
Tutarsızlıklar
"Bonneville"’i izledikten sonra düşünüyorum da, sanırım ayrı bir zayıflığım olduğu için öyle çok şey beklememe rağmen daha önce izlediğim hiçbir yol filminden sıkılmadığımı fark ediyorum. Sanki kendimi hemen arabanın boş bir koltuğuna atıp, karakterlerle beraber eğlendiğimi, üzüldüğümü, şaşırdığımı görüyorum. Ancak"Bonneville" de asla, arabadaki bir yeri bırakın, hiçbir karesine dahi kendimi dahil edemiyorum. Tam bir yerden tutunabilirim derken, garip tavırlar, samimiyetsiz hareketler, Thelma’nın (Geena Davis) o harika fular ve gözlük ikilisinin kullanılması adeta insanı soğutuyor ve sinirlendiriyor.
Arvilla’nın, Joe’nun ölümünün üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen ve küllerini kucağında taşırken dahi bu kadar neşeli olması pek gerçekçi görünmüyor. Yolculuk esnasında atılan mutluluk çılgınlıklarını görünce, yönetmen Christopher N. Rowley’in nasıl bir karakter çizmeye çalıştığını merak ediyorum. Arvilla, gece olunca karalar bağlayan düşünceli bir hanımefendiyken, gündüzleri adeta yaz tatiline çıkmış, aklı bir karış havada genç kızları andırıyor.Bu gibi farklı telden çalmalar iyice sıklaşınca, onlar yollarda ilerledikçe, insan kendisini araba tutmuş gibi hissediyor.
Yalan rüzgarı karakteri
Rowley’in başaramadığı ve en fazla göze çarpan öğelerden birisi de, bir çocuk bakışıyla yaratmış gibi basitleştirdiği Francine karakteri. Joe’nun kızını gereksiz bir kötü gösterme çabası var ki eline yüzüne bulaştırıyor. Francine’i ne zaman kadrajda görsek ya tenis oynuyor, ya da havuz başında oturuyor. Sanki “Francin’e bakın, gününü gün ediyor, asıl acı çeken Arvilla’dır” demeye çalışıp, ancak onu da tezat bir şekilde şen çocuklar gibi eğlendiriyor. Böyle, pembe dizi karakterleri gibi karakterler yaratıp, birine bu basit yöntemlere iyi veya kötü demek, özellikle bu tür filmler için hiç akıl karı değil şüphesiz. Bununla beraber bu tersliklerden pay çıkarması gereken kişilerden birinin de senarist Daniel D.Davis olduğu gün gibi aşikar.
“Maceracı” üç kadın
Arvilla ve yaşlı arkadaşı klasikleşmiş “çılgın kadın modeli”ne uymaya çalışıyorlar. Ancak bu “maceracı” adı altında ve çılgın çığlıkları eşliğinde yol alırken, gerçeklikten uzak ve pek de hoş olmayan durumların içine giriyorlar. Tabi ki, bu durumlar içerisinde mekik dokurken, onlara bir de arkadan muzip müzikler eşlik edince bir sit-com izliyor gibi hissedebiliyor insan. Gördükleri her gölde takılıp kalmanın yanında, bu yapmacık gösteriye isyan eden ve adeta teşekkür edesim geldiği Carol (Joan Ellen) ise çok beklendik bir şekilde sıkıcılıkla suçlanıyor. Tabi ki, tehlikeli ve saçma durumlar içinde bulunmak istemeyen Carol onların anlayışına göre hayatı ıskalıyor.
Bununla beraber hikayede çok vurucu gözüken ve bizi çok şaşırtan olaylar da olmuyor değil. (Dikkat! Yazının Geri Kalan Bölümü Spoiler İçeriyor!)
Dini ve diğer sebeplerden dolayı hayatında hiç kumar oynamayan Carol, ilk deneyiminde yüklü bir para kazanıyor. Aman tanrım, hayat ne kadar garip değil mi? Sürekli kumar oynayan insanlar kazanamazken, Carol ilk seferinde turnayı gözünden vuruyor.Ne kadar şaşırdık değil mi?
Gönderen
Yigit Aksu
zaman:
17:30
Uzay gemilerinin, ışın kılıçlarının, Jedi şövalyelerinin parıltıları arasında “Star Wars” serisi insana dair çok temel ve yalın şeyler anlatır aslında. Bunlardan biri baba-oğul arasındaki ilişki. Dikkat edilirse hem ilk hem de ikinci üçlemede babalarıyla sorun yaşayan başkarakterlerle karşılaşırız. Anakin Skywalker’ın babasının olmayışı gibi, Luke Skywalker’ın babası Anakin’den devşirme Darth Vader’la olan ilişkisi hep arızalıdır. Bunun gibi genç Padawan’lar için ‘baba’ işlevi gören Jedi’ları da serideki ‘babalar’ arasına katsak kimsenin gıkı çıkmaz herhalde. Bu babasız kahramanlar diyarında Padawan’lar, yanlarında olmayan babalarının yerine Jedi ustalarını koyarlar. Babalık meselesi öyle barizdir ki George Lucas bile Darth Vader’ın Dark Father’dan (Karanlık Baba) türediğini söyleme konusunda bir çekince duymaz.
Bunun gibi yine insani olan duygusal gerilimler de her iki üçlemenin derinden hissedilen hususlarındandır. İlk üçlemedeki Prenses Leia ile Han Solo aşkının biraz daha farklısı, ikinci üçlemede Anakin ile Padmé Amidala arasında yaşanır. Yani tüm ihtişamına karşın “Star Wars” filmleri insana dair çok yalın şeyler anlatır. Bu babalık ilişkisi ve aşk meselesinin dışında “Star Wars”da iyilik ile kötülüğün mücadelesi, ihanet, entrika, güce olan tutku, arkadaşlık, kaderin önüne geçilemezlik, fedakârlık karşımıza çıkan diğer noktalardır.
Birbirinden bağımsız düşünemeyeceğimiz iki üçlemenin farklı farklı kendini takip ettirme nedenleri de vardır. İlk üçlemede asıl beklediğimiz olay Luke ile Darth Vader’ın kapıştıkları sahnedir. Bu finale kadar gerilim git gide artar ve iyilikle kötülüğün mücadelesinde hangi tarafın kazanacağı merak konusu edilir. İkinci üçlemede ise beklenilen Anakin’in Darth Vader’e dönüşmesidir. Bu noktaya varana kadar geçen sürede ise Anakin’in hissettiği dışlanmışlık, annesini kaybetmesi, güce olan tutkusu ve ona duyulan güvensizlik ilmek ilmek işlenerek Darth Vader’e giden yol gösterilir. Yani birbirinden yıllar sonra galaksiye hediye edilen iki üçlemenin de elinde önemli kozlar vardır.
“Star Wars”dan çok heyecanı bol bir aksiyon-animasyon
Gelelim bir “Star Wars” klonu olan “Star Wars: Klon Savaşları”na (”Star Wars: The Clone Wars”, 2008). “Klon Savaşları” diğer filmler düşünüldüğünde iki ders arası bir teneffüs gibi. Zira burada anlatılanlar yazılıda çıkmayacak cinsten, yani gereksiz bilgiler kabilinden. Hikaye ikinci ile üçüncü bölüm arasında geçiyor. Jabba the Hutt’ın çocuğunu kaçıran Kont Dooku’nun elinden söz konusu yavruyu kurtarmak amacıyla yola koyulan Anakin ve ona Padawan olarak tahsis edilen Ahsoka’nın tehlikeli macerası anlatılıyor burada. Görüldüğü üzere hikayenin iki üçlemeye çok fazla katkı yapacak bir malzemesi yok. Zira burada ne bir aşk ilişkisi ne de üzerinde durulan bir baba-oğul meselesi mevcut. Bunun gibi, Anakin’in Darth Vader’a olan dönüşümüne dair ipucu bulmak da pek mümkün gözükmüyor. Normalde Jedi Konseyi tarafından dışlanan, güvensizlik duyulan Anakin’in bu filmde itibarı biraz zorlama bir şekilde artmış sanki. Öyle ki kendisine Padawan verilmesi, yani bir ‘usta’ olarak görülmesi bunun en bariz kanıtı. “Klon Savaşları”nın asıl sorunu işte bu noktalarda yatıyor zaten. “Star Wars”un ana meselelerine bağlanmak yerine bir rehine krizini odağına alıyor. Bu bakımdan elinde çok sağlam bir kozu yok.
Filmdeki rehine krizi dışında en önemli hadise Anakin’in hocalığa soyunması. İlk başlarda sorumluluk almak istemese de sonradan Ahsoka’nın cesaretini görüp bu durumu kabullenmesiyle Anakin birazcık Obi-Wan Kenobi’leşiyor. Bu doğrultuda hırçın ve başına buyruk tavırlarıyla Ahsoka’nın da üçlemeden tanıdığımız Anakin Skywalker’ın kız versiyonu olduğunu söylemek mümkün.
Gönderen
Yigit Aksu
zaman:
17:05
Hancock,Kesinlikle alışılmışın dışında bir süper kahraman filmi.Genelde çekilen süper kahraman filmlerindeki karakterler,hep iyi niyetlı,saygılı kişilerdir,Fakat Hancock tamamen farklı :) alışılmışın dışında,kendısıyle sorunları olan bir süper kahraman.
Film, ilk yarım saatinde Hancock’un kaba ve umursamaz davranışlarını süper güçleriyle karıştırarak gayet eğlenceli bir açılış sunuyor. Özellikle Hancock’un suçlularla dolu bir arabaya ve özellikle kendisiyle dalaşan iki hapishane kuşuna yaptıkları gayet orjinal ve saygıdeğer bir süper kahraman filminde göremeyeceğimiz türden.
Bu tür komedi-aksiyon sahnelerinin çoğunu fragmanlarda görmüşsünüzdür zaten. Ve fragmanlardaki sahnelerin hemen hepsi filmin bu ilk yarısına ait. Hancock’un küçük de olsa bir problemi buradan kaynaklanıyor. Çünkü Hancock, ikinci yarısında 180 derece dönüyor ve gayet ciddi bir tona ve türe ait karmaşık bir teoloji trajedisine dönüşüyor. Bu yazıda bazı sürprizleri bozmamaya dikkat ederek şunu belirteyim: İki karakter arasında oluşan, gereksiz bir özel efekt gösterisinden sonra, Hancock’un “ikilem”i ve geçmişi ile ilgili öğrendiğimiz bilgilerin ve fazla karmaşık doğa üstü kuralların sonu gelmiyor.
İlginçtir ki süper kahraman filmlerinin çoğu ilk yarılarını genelde kahramanımızın başlangıç hikayesine ayırır ve aksiyon dolu ikinci yarısından daha yavaş, daha karakter bazlı bir ton sergiler. Demir Adam, bu formülün en yakın tarihli örneği. Hancock, büyük aksiyon sahneleriyle başlayıp başlangıç hikayesinin detaylarıyla biterek tam tersi yolda gidiyor. Yani yavaş başlayıp hızlanmaktansa, hızlı başlayıp yavaşlıyor.
Alışılmışın Dışında bir süper kahraman izlemek isterseniz.Bu filmi İzlemelisiniz.
Gönderen
Yigit Aksu
zaman:
16:52
Dennis Dugan ve Adam Sandler’ın dördüncü birlikteliği olan Zohana Bulaşma filminin konusu kabaca, Zohan Dvir adlı Mossad ajanının tüm hayatını geride bırakıp saç kesme tutkusu uğruna New York’a gelmesi üzerine. Konusunu kabaca özetlediğim bu filmin, kendisi içinde kullanılabilecek en uygun kelime maalesef kaba kelimesi. Konusu, karakterleri, esprileri, hatta içerdiği aşk hikayesi bile bu kelimeyi layığıyla hak ediyor.
Aslında kaba sözcüğünü biraz genişletmek lazım. Sandler’ı yakînen tanıyanlar pek tabii bilirler ki, Sandler filmleri slapstick tarzı komediden yararlanır. Kelime anlamı olarak kaba komedinin karşılığı olan bu tarz komedi türü, fiziksel espri üzerine kurulu bir güldürü çeşididir ki Sandler’ın filmografisine baktığımızda Billy Madison, Mr. Deeds ve Happy Gilmore gibi birçok filminde bu tarzdan yararlandığını görürüz.
Evet yararlandığını görürüz, ama sadece bu tarza sırtını dayadığını daha önce hiç görmemiştik. Zira Sandler filmleri asıl komedi gücünü slapstick tarzından değil, oyuncunun müthiş doğallığından, beklenmedik patlamalarından ve izleyiciyi kendisine hemen hapsedebilme özelliğinden alır. Ancak bu filmdeki Zohan karakterinde maalesef bunların hiçbiri yok. Aksine Zohan; top sakalı, garip saç kesimi ve itici şivesi yüzünden Sandler’ın tüm sempatikliğini yitirmesine ve izleyiciyle arasına kalın bir duvar örmesine sebep oluyor.
Anlaşılan filmin yazarları ve yönetmeni de seyircinin karaktere yabancılaşacağını anlamış olmalılar ki, bu -kurgu oyunlarına dayalı- kaba komedi anlayışını tadında bırakmak yerine filmin hemen hemen her sahnesinde kullanmışlar. Seyirci öykünün komikliğinden ziyade iki saat boyunca sadece kurşunları dişleriyle tutabilen, tavanda yürüyen, suda balina gibi yüzen ya da yaşlılarla cinsel ilişkiye giren bir adama gülmeye zorlanıyor ve bir yerden sonra artık filmin de komedinin de suyu çıkıyor. Nerede o Anger Management, Waterboy, Click gibi filmlerindeki zeki senaryo ve dialoglarla sağlanan komedi gücü, nerde Zohan. Sırf film aksiyon içerikli diye seyircinin tüm bunları sineye çekeceğini sanıyorlar herhalde ama yanılıyorlar.
Filmden çıkartılacak tek ders; ne kadar uzak, zor ve saçma olursa olsun insanın hayallerinin peşinden koşması gerektiği. Bu bağlamda film, elektronik dükkanlarını yaratıcılığımızı zincirleyen tüm işlerin bir sembolü olarak gösterirken; kuaför dükkanını da hayallerimizle özdeşleştiriyor. Klişe dursa da filmin elle tutulur verdiği en güzel mesaj bu. Özellikle hayallerinden uzak, elektronik dükkanında çalışan insanlar, içten ve ince bir duygusallıkla gösterilmiş.
Son olarak filmin diğer bir mesajı da İsrail-Filistin meselesiyle ilgili. Aslında film en çok bununla ilgili bir şeyler söylemek istiyor belki de. Ama konu o kadar sığ bir şekilde ele alınmış ki, izleyen ‘bize bilmediğimiz bir şeyler söyle’ demeden edemiyor. Film, sonunda iki tarafı da melek ilan edip ‘hepimiz kardeşiz’ mesajını veriyor ve tüm bu savaşın sebebini kapitalist bir dış etkene(!) bağlıyor. Ancak finale gelene kadar da sinsice bir propoganda yapılmıyor değil tabii. Bir tarafta kahraman bir İsrailli, diğer tarafta ‘Doğulu’ yani korkulan, karikatürize edilmiş Araplar. Başka bir deyişle; ‘Superman’ Mossad ajanı, bombacı Araplara karşı.
Kıssadan hisse, Zohan; çiğ espriler, seviyesiz şakalar ve derinliği olmayan karikatürize edilmiş karakterlerle dolu bir film. John Turturro ve Rob Schneider’ı özleyenleri bu yönde tatmin edebilir belki ama Sandler’ın seyircide yarattığı hayalkırıklığını kesinlikle gideremez.
Gönderen
Yigit Aksu
zaman:
16:50
Evlendikten hemen sonra eşiyle birlikte iş için daha önce de bulunduğu Japonya’ya dönen Amerikalı bir fotoğrafçının çevresinde gelişiyor. Hayaletli Uzakdoğu korku filmlerinin hepsinde olduğu gibi kahramanımız aslında bir kadın; bu durumda fotoğrafçının karısı. Japonya’ya ilk geldiklerinde otobanda bir genç kıza çarptığını sanıyor ama söz konusu kişi aslında bir hayalet olduğu için kazadan iz bulunamıyor. Daha sonra fotoğraflarda karşılarına çıkmaya başlıyor bu kız. Ve araştırdıkça, hayaletin hikayesi çözülüyor.
Yine benzerlerinden hiç farklı sayılamayacak şekilde, erkekler tarafından ezilen, istismar edilen, acı çektirilen kadınların öyküsü çıkıyor karşımıza, film tamamlandığında. Hiçbir erkek karakterin de gözünün yaşına bakmıyor doğrusu filmin yaratıcıları. Ancak neredeyse feminist bu tavır, aynı filmi daha önce defalarca izlediğimiz gerçeğini de değiştirmiyor. Bu tavrı orijinal veya yürekli bulabileceğimiz günler çok geride kaldı. Sadece ölçülü bir takdirle başımızı sallıyoruz hafifçe… “Ah şu körolasıca erkekler…” Ve salonu terk ediyoruz…
Şu saatten sonra etkileyici olması neredeyse imkansız bir formül bu. Ancak yepyeni bir bakış açısı, bir tür yapıbozumla yaklaşılırsa ortadaki şablona… O da belki… Resimdeki Hayalet zaten bunun için çaba göstermiyor. Kendi işini temiz bir şekilde yapmakla yetiniyor yönetmen. Geriye de düzgünce çekilmiş, orta karar bir korku filmi kalıyor.
Oyuncuların da yüzlerinin akıyla çıktıklarını söyleyebiliriz en fazla bu filmden. Çeşitli dizi yüzlerini toplayarak seyirciyi oyalamaya çalışmış yapımcılar. Başroldeki Joshua Jackson’ı zaten Dawson’s Creek’ten hatırlıyoruz. Kendisi daha olgun bir yüz ve oyuncu oldu o günlerden beri. Kimi bağımsız filmlerdeki performanslarıyla övgü topladı son yıllarda. Önümüzdeki aylarda da J.J. Abrams’ın yeni dizisi Fringe’de izleyeceğiz kendisini.
Onun dışında, Nip/Tuck’taki oğul, Matt McNamara (John Hensley), The Office’in Amerikan versiyonundan David Denman veya Heroes’da Hiro’nun arkadaşı Ando (James Kyson Lee) gibi başka dizi yüzlerine de rastlamak mümkün filmde. Başroldeki Rachel Taylor’ı ise Transformers’da görmüşüz daha önce. Ben hatırlayamadım, belki siz hatırlarsınız…
Neticede, büyük iddiası olmayan, izlenebilir ama yeni bir şey sunmaz bir film Resimdeki Hayalet. Kadınlara, en güvendiğiniz erkeklerin bile bazen nasıl duygusuz ve bencil olabileceklerini, erkek denen organizmanın az gelişmişliğini göstermekten fazla bir amacı da yok. Ve bunu yapan da hep erkek sinemacılar oluyor nedense… Artık ister ironik deyin, ister duyarlı… Ben uyarımı yapayım da!
Gönderen
Yigit Aksu
zaman:
16:47
ABD’de sinemalara uğramadan direkt DVD’ye şutlanan “Annemin Yeni Sevgilisi” (”My Mom’s New Boyfriend”) her ne hikmetse ülkemizde vizyona giriyor. Burada dağıtımcılar ne düşündü bilinmez ama yüksek ihtimalle tıpkı yapımcılar gibi Meg Ryan’dan hâlâ bir şey umuyor olabilirler. Ancak oyuncunun hayranlarına kötü haberi hemen verelim. Filmin vasıflarıyla alakasız, Ryan’ı şu haliyle izlemek gerçekten seyirciye acı veriyor. Farklı ama doğal güzelliğiyle belki de bir neslin en önemli ‘romantik komedi prensesi’ olan oyuncu son yıllarda her ne yaptırdıysa yüzünü mahvetmeyi becermiş. Elbette Ryan hiçbir zaman öyle aman aman bir fizikselliğe sahip değildi ama şişirilmiş dudaklar ve botokslanmış bir yüzle buradaki orta yaşı geçmiş ’seksi anne’ imajına hiç mi hiç uymuyor. Her şeyden önce de rolünü inandırıcı kılamıyor.
FBI’a katılan ve eğitim almak için evden ayrılan Henry’nin (Colin Hanks) aşırı kilolu ve kendine bakmaktan aciz annesinin üç yıl içinde geçirdiği fiziksel ve ‘ruhsal’ değişimle film öyküsüne de başlıyor. Artık hayatını yaşamaya karar vermiş ve bu sırada da baya çapkınlaşmış olan Marty (Meg Ryan) oğlu ve nişanlısını ağırlarken bir yandan da yeni bir aşka tutuluyor ne var ki bu yeni sevgili de (Antonio Banderas) oğlunu iyice zorlayacak bir sanat eseri hırsızı. Bu şekilde aksiyona da giriş yapan öykünün elbette en ilginç yanı bir süre sonra Henry’nin kendi annesini dinlemeye başlaması ve bir anlamda da yem olarak kullanmasında ortaya çıkıyor.
Hiçbir artısı yok
Bunca karmaşıklık içinde “Annemin Yeni Sevgilisi”, gerçekten de güldürme ve eğlendirme şansı olmasına rağmen bunu başaramıyor. Her şeyden önce Marty’nin geçirdiği değişim iyi bir şekilde yansıtılmadığı için bu esprinin hiçbir önemi kalmıyor. Diğer yandan ‘genç ruhlu orta yaşlı kadın’ imajını yansıtmak için Marty karakteri ciddi anlamda klişeden klişeye koşturuyor. Henry’nin annesi ve sevgilisi Tommy’yi dinlediği sahneler ise kötü yazılmış bel altı şakalarından öteye geçemiyor.
Meg Ryan’ın gereksiz abartılıkta ve inandırıcı olmayan oyununa Antonio Banderas’ın klasik casanova triplerinin eşlik ettiği filmde herhalde tek ciddiye alınacak isim Colin Hanks oluyor. Ryan’ın perdedeki efsane eşi Tom Hanks’in oğlu olan Colin Hanks babasının komedi yeteneğine sahipmiş izlenimi veriyor. Elbette daha çok yol alması lazım ama özellikle ikilemde kaldığı anlarda fena değil.
İşlerin giderek arap saçına döndüğü ve kimin kimi kovaladığının bir süre sonra belli olmadığı film yine de bu karmaşayı basit bir biçimde aktarıyor. Bu ‘hafif’ komedinin yine de çok kötü olduğunu söyleyemeyiz. Evet güldüremiyor, heyecanlandırmıyor ama önünüzde de öylece akıp gidiveriyor. Ama film kesinlikle Amerika’da gördüğü muameleyi hak ediyor. “Annemin Yeni Sevgilisi” sinemaya gidip görülmeyi hak etmiyor, onun yerine bir akşam kafa boşaltmak için TV karşısına geçildiğinde izlenecek bir iş olarak kalıyor.
Gönderen
Yigit Aksu
zaman:
16:46